17 Aralık 2012 Pazartesi

Hayal Meyal Gezinti

 Bugün Ankara'yı gezdim karış karış. Soğuğa meydan okuyarak yürüdüm her semtini, her sokağını. Önce Anıtkabir'e gittim, Atamı selamlamaya. Arkasından Tunalı'ya- Kuğulu Park'a. Yıllanmış ağaçlara baktım, yıllanmış hayatlara... Atakule'ye çıktım, seyrettim kuş bakışı bütün şehri. Arkasından saldım kendimi yokuş aşağıya, Kızılay'a. Kalabalıkların arasında boğulurum, ezilirim diye korkmadan, özlemle yürüdüm Atatürk Bulvarı'nda. Oturdum Karanfil Sokak'ta bir banka, arı kovanını andıran kalabalığı inceledim tellendirdiğim sigaranın dumanında. Yürüdüm Konur Sokak'ta eylemcilerle omuz omuza, heyecanla ve gururla. Geçtim oradan çiçek kokulu Sakarya'ya. Birahaneleri selamladım, ayyaşları, gül ve mendil satmaya çalışan o çocukları... Oturdum en kalabalık birahanede içtim iki biramı. Devam ettim yürümeye grinin en yakıştığı şehirde. Yürüdüm durmadan Sıhhiye'ye, Ulus'a, Gençlik Parkı'na, Tren Garı'na, Atatürk Orman Çiftliği'ne...

 Nefesim bir köpeğinki kadar sıklaşana kadar, bıkmadan, usanmadan, özlemle yürüdüm.

 ''Bizim Büyük Çaresizliğimiz'' beni aldı doğduğum, büyüdüğüm, her köşesinde anılarımın olduğu o şehrin sokaklarına nazikçe bıraktı. Çocukluğumu hatırlattı, ilk aşkımı, ilk öpüşmemi, anılarımı... O iki odası salona açılan, küçük mutfaklı, uzunca koridorlu, tahta kapılı evime götürdü, çocukluğuma. Dar sokaklarında bir ton çocuğun bağrıştığı zamanlara, o birbirine sırtını dayamış gibi duran binalarla örülü semtlere, saat beşte paydos etmiş, şehirden daha koyu gri takımlı memur amcalara, soğuktan renkleri solmuş suratsız insanlara, keskin ayaza, koltukları karşılıklı olduğu için nereye bakacağını şaşırdığın metroya, Ankara simidine, her bindiğimde pazarlık ettiğim taksicilere, her çeşit insanına, oyun havası sesleri yükselen arabalara, her gün benim selamımı dişleri olmadığı halde sırıtarak alan ayakkabıcı Mehmet Amca'ya, sokağın köşesinde meyve-sebze satan Aziz'e, belki de Ankara'nın en güzel kokorecini yapan Gürbüz Abi'ye, mis kokulu kokorece, bütün bina toplanıp erişte kestiğimiz günlere, binanın içinde oynadığımız evciliklere, kar yağdığında daha da güzelleşen o şehre, anneme, babama, ablama, aileme götürdü.

 Ve Barış Bıçakcı'yı neden bu kadar sevdiğimi düşündürdü. Neden Behzat Ç.'yi izlerken heyecanlandığımı.  Küçük bir karede Sıhhiye Meydanı'ndaki geyikleri gördüğümde yaşadığım gururu düşündürdü. İçinde Ankara geçen her şeyi...

 Özledim.


O zaman Erkin Koray'dan gelsin : Ankara Rüzgarı


12 Aralık 2012 Çarşamba

Huzurun Sesi

 Hepimiz çok yorgun, hepimiz çok yoğun, hepimiz çok aşık ve hepimiz çok stresliyiz. Sürekli bir koşuşturma, bir yerlere yetişme ve kendimizle bir yarış halindeyiz. Evimize yorgun argın geliyor kapıya en yakın koltukta yığılıp kalıyoruz. Bizi bu yoğunluktan kurtarıp, yaşadığımızı hissettiren bir sesten bahsedeceğim size. O sesin adı Genç Osman.


 Bu albümle ''Yekta Kopan''ın ''Gece Gündüz'' programını izlerken tanıştım. Hemen açıp albümünü dinledim,  bu cennetten çıkmış sesi ve melodiyi bi yerden tanıdığımı çok geçmeden anladım. Üstüne küçük bir araştırma yaptım ki neyle karşılaşayım, Genç Osman meğersem Türkiye'nin eski ve güzel rock gruplarından olan Mavi Sakal'ın 1997 yılında solistliğini yapmış ve benim de çok sevdiğim ''İki Yol'' şarkısını seslendirmiş. Şimdi ise Kasım ayında Babajim Records etiketiyle çıkardığı ''Gökyüzü Masmavi'' albümü ile kulaklarımızın pasını silmeye ve huzura giden yolu göstermek için bir aracı olmaya gelmiş. Albümünde birbirinden güzel on üç şarkı var, bütün şarkıların sözü ve müziği kendisine ait. Bu güzel albümün ilk klibi ise Aylin Aslım'ın sesiyle daha da bir tadından yenmez hale gelen ''Dilek Tutmak'' şarkısına çekilmiş. Benim albümde birden çok favorim var fakat bu ara sürekli dinlediğim ve dinledikçe gaza geldiğim ''Affet Gitsin'' şarkısı kesinlikle birinci sırada, bazı şeyleri ''Boşver gitsin!'' dedirten samimi bir şarkı. 


 Eğer ki halen bu ses ile tanışmamış, hayatın yorgunluğundan kaçacak yer bulamamışsanız kesinlikle büyük kayıp içindesiniz benden demesi. En kısa zamanda bu albümü edinip bu soğuk kış günlerinde kahvenizi yudumlarken dinleyip,  kendinizi melodinin büyüsüne bırakmalısınız.

 Size iyi huzur bulmalar efenim.

19 Kasım 2012 Pazartesi

O Benim Dünyam

 Bundan tam da dokuz yıl önceydi, 2003 yılının 19 Kasım sabahı. Daha on üç yaşındaydım, ablamın hamile olduğunu ve teyze olacağımı biliyordum ama teyzeliğin ne demek olduğunu o küçücük turuncu yaratığı kucağıma alana kadar tahmin bile edemezdim.

 Bir gece ablam sancılandı ve sabah kucağında çirkin, küçücük bir şeyle eve geri geldi. Ama görmeniz lazım öle çirkindi ki turuncu desen değil, sarışın desen hiç değil... Bembeyaz, kaşsız- gözsüz çirkince bir şey... Kim tahmin edebilirdi ki o çirkin bebeğin gün geçtikçe güzelleşeceğini, bugün 9 yaşında kocaman yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı olacağını...

 Doğduğu günden beri sürekli bizim yanımızda Baran... Üstümüze mi kusmadı, altını mı değiştirmedik, bir yaşındayken ezbere şarkılar söyleyip muhteşem dans figürleriyle bize göz ve kulak banyosu mu yaptırmadı,  üç yaşındayken sırtına sırt çantasını takip anne ve babasının evini terk edip bizim eve mi kaçmadı, asansörü çağır dediğimizde düğmesine basmak yerine  ''Asansööööörr!!'' diye asansöre mi seslenmedi, Esra Abla'sının yatağında kakasını yapıp da o oda en az bir hafta mı kokmadı, kendini Portekizli mi ilan etmedi daha neler neler...

  Ama şimdi o dokuz yaşında, fanatik bir BEŞİKTAŞLI, Cristiano Ronaldo'nun veliahtı bir futbolcu,  genç kızların rüyalarını süsleyen küçük Kıvanç Tatlıtuğ, zehir gibi bir matematik dehası, büyük bir hayvansever, Elif'in Baran abisi, benim küçük bir kopyam, en yakın arkadaşım, sırdaşım, hayatımdaki en değerli erkek...

 İYİKİ DOĞDUN ERKEĞİM! SENİ ÇOK AMA ÇOK SEVİYORUM...

30 Ekim 2012 Salı

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu(!) Olsun.

 Malesef daima kitap okuyan, sergilere gidip eserler hakkında fikir alış-verişi yapan, toplanıp açık hava gösterimlerinde filmler izleyen, sokaklarda müzik eşliğinde dans eden huzur-barış-kardeşlik çerçevesinde bir toplum olamadık, olamıyoruz da. Belki bu örnekler çok abartı belki de ütopik ama insan yine de bir gün böyle olacağına inanmak istiyor. Yine de hepimiz alıştık her yeni güne sansasyonel bir olayla başlamaya, ''Türkiye'de neler oluyor?'' sorusunu kendi kendimize sormaya. Dün sabah da bu şekilde bir sabaha uyandık, ülkemiz için en önemli günlerden olan 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI sabahına.

 Bayram bu sene de her sene olduğu gibi yurdun dört bir yanında coşkuyla(!) kutlandı, jet uçakları gösteriler yaptı, resmi yürüyüşler yapıldı, Anıtkabir'e çelenkler bırakıldı. Peki ya başka neler oldu? İnsanlar Anıtkabir'e yürümek isterlerken engellendi, hırpalandı, biber gazına maruz kaldı. Ankara'daki yürüyüşe katılmak isteyen onlarca kişiyi taşıyan otobüslerin önü kesildi, yolculuğa izin verilmedi, evlerine geri gönderildi. Peki ya bir bayramı kutlamak neden bu kadar zorlaştırıldı? Sonradan izin verilecekti bu yürüyüşe başta neden bu kadar olay çıkarıldı, insanlar mağdur edildi? Resmî olmayan ama halkta birliği güçlendirecek olan bu alternatif kutlamalar neden yasaklandı?

 Peki ya bu bayram havasına yakışmayan olaylar basına nasıl yansıdı? Benim en çok da dikkatimi çeken bu oldu. 21. yy Türkiye'sine hiç yakışmayan bu görüntülere basın nasıl yaklaştı, köşe yazarları neler dedi? Sabah gazetelere göz gezdirdim çoğunluğu bu haberi ana sayfa haberi yapmışken, kimi gazetelerin ana sayfa haberinin köşkteki kutlamada cumhurbaşkanımızın eşinin ne giydiğini ve resepsiyona eşi Emine Erdoğan ile katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın geçmiş dönemdeki uygulamaları hatırlatarak "Emine Hanım'la bizi buraya sokmayanlar utansın." demesini başlık yapan haber kaynakları da vardı. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor, her zaman olduğu gibi bu konuda da ortak bir karara varamıyoruz, iki- üç gruba ayrılmış bir şekilde konuyu ört-bas edip başka bir sansasyonel olayla unutup gidiyoruz.

 Ama ne olursa olsun bu güzel bayram coplarla- biber gazlarıyla kutlanmamalıydı, bu olanlar Cumhuriyetimizin 89. yaşına hiç mi hiç yakışmadı. Her şeye rağmen hepimize iyi bayramlar. 

  

26 Ekim 2012 Cuma

Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi

 
Sakalsız Otoportre, 1888
 Şehrimize Van Gogh gelmişken gidip, gezip, görmeden olmaz. Bilindiği gibi Van Gogh 19. yüzyıla damgasını vurmuş 20. yüzyılın sanat anlayışına şekil vermiş olan ard izlenimci bir ressamdır. 1880'de resim yapmaya başlamış ve kısa sürede bir fenomen olmuştur. Ününü ömrünün son iki yılında yapmış olduğu tablolarda daha da arttırmış, tabloları servet denilecek fiyatlara alıcı bulmuştur.

 Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi'nde Van Gogh'un en ünlü eserleri, 3.000'den fazla dijital imaj ile çerçevenin içinden çıkarak tam da hayatınızın içine giriyor. Böylece bize klasik bir müze gezintisinin daha ötesinde bir deneyim yaşatıyor. Tablolar yüksek çözünürlüklü 40 projektör yardımıyla dev ekranlara, duvarlara, kolonlara, zemine ve tavana yansıtılıyor. Gerçekten de bunun yaşanılması gereken bir deneyim olduğunu düşünüyorum.

 Sergi, 16 Ekim'den itibaren 3 Ocak 2013'e kadar Ankara CerModern'de. Pazartesi günleri hariç 10.00-18.00 saatleri arasında ziyarete açık. Bu büyüleyici gezintinin maliyeti ise; tam 18.00 TL, öğrenci 11.00 TL. Peki ya bu CerModern de nerede derseniz, bulunması çok kolay bi' yerde. Sıhhiye metro durağına, Gençlik Parkına ve Adliye'ye yürüme mesafesiyle 10 dakikalık bir uzaklıkta.

 Serginin fiyatı uygun, görselliği muhteşem ve serginin yeri bu kadar şehrin merkezindeyken bu sergiye gitmezsek gerçekten çok ayıp ederiz. O zaman hepimize iyi gezmeler şimdiden.

25 Ekim 2012 Perşembe

Bu Tatil En Güzel Nasıl Değerlendirilir?

 Kurban Bayramı ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nın birleşmesiyle tam tamına altı günlük kocaman bir tatile girmiş bulunuyoruz. Bu tatilin bir günü çoktan uçtu gitti bile. Geri kalan şu beş güzel sonbahar gününü en iyi şekilde nasıl değerlendirebiliriz onlara bir bakalım.

 Kimimiz çoktan Güney kıyılarına inmiş güneşin, denizin ve huzurun tadını çıkarıyor. Bir kısmımız kurban telaşı ve bayram ziyaretleriyle aile yanında. Bir de benim gibi ailesinden uzakta tek başına bayram geçirenler var. Benim gibiler için huzur, sıcak bir kahveyle ya da çayla hafif müzik eşliğinde okunan kitabın arasında, belki kafa karıştırıcı bir filmde ya da uzun zamandır dolapta bekleyen deri ceketi giyip yağmur altında yapılan küçük seyahatlerde. Bana huzur hep sonbaharda şehre uğrar gibi gelir ve o kaçmasın diye gürültüden patırtıdan uzak sakin bir sonbahar geçirmemiz gerek diye düşünürüm. Bundan dolayı tatilde huzur şehri terk etmesin diye daha sakin şeyler yapma taraftarıyım...

 Bu kapalı havada yapılacak en keyifli ve güzel şeylerden birincisi film izlemek. Vizyonda olan filmlerden bir kaçına göz gezdirdim ve  dikkatimi çeken birkaç film oldu. Bunlardan birincisi 5 Ekim'de vizyona giren İngiltere ve İrlanda ortak yapımı ''Shadow Dancer''. Yönetmenliğini ''Teldeki Adam'' filmiyle En İyi Belgesel Oscar'ına layık görülen James Marsh'ın yaptığı, başrollerinde Clive Owen, Andrea Riseborough ve Gillian Anderson'un yer aldığı film IMDB'den 7 puan almış.Filmimizin özeti şöyle: Başkahraman Collette, Londra'da bir bomba girişiminde bulunuyor ancak yarım kalan eylemi sonrasında MI5 subayı Mac tarafından yakalanıyor. Mac'ın sorgulaması son derece ağır geçiyor ve Mac ona muhbirlik yapmayı teklif ediyor. Colette'in muhbirlik yapmayı kabul etmediği takdirde hapse gireceğini söylüyor bunun üzerine hasta oğlunu düşünen Colette, onun güven içerisinde sağlıklı bir şekilde yaşaması için Mac'ın teklifini kabul edecek İngiliz istihbaratına casusluk yapmayı kabul ediyor. Mac, söz verdiği üzere Colette'nin can güvenliğini sağlıyor fakat bu zannedildiği kadar kolay olmuyor. Filmin hikâyesi çok farklı sayılmasa da bence ilgi çekici ve izlenilmeye değer bir psikolojik gerilim gibi görünüyor ben izleyeceğim siz de bana eşlik etmelisiniz bence. Hepimize şimdiden iyi seyirler. 

 Diğer bir önerim ise tam bu havalarda okunacak bir yazar Murathan Mungan. Kendisini uzun zamanlardır bilirim, duyarım ve okurum ama geçen sene daha iyi tanıma ve öykülerini inceleme şerefine eriştim. Ve kendisini okurken sonsuz bir keyif aldım. Bu tatilde okunacak kitap listemin başında ''Kırk Oda'' var. Kırk Oda, küçük dokuz öyküden oluşan 162 sayfalık sevimli bir öykü kitabı. Her zamanki Murathan Mungan detaycılığını, güzel betimlemelerini ve içtenliğini görebiliyoruz her sayfasında. ''İnsanlar fazla kilolarını atmak için yollar boyu koşuyorlar, sağlıklı ve zinde kalmaya özen gösteriyorlar. Koşanlardan birkaçı kalp durmasından ölüyor; ama hayat yine de yollarda koşarak sürüyor.'' Murathan Mungan'da en çok olaylara farklı yönden bakmasını ve bu örnekte de bana dedirttiği gibi ''adam nasıl bağlamış be!'' dedirten tarzını seviyorum. Ben okurken çok keyif alıyorum umarım sizde alırsınız. 


 Ve bayram tatilinin son önerisi olarak kitabımızı okurken ya da çayımızdan bir yudum alırken daha fazla keyif almamızı sağlayacak olan müzikler. Benim iki-üç gündür dinlemekten çok keyif aldığım 2010 yılında çıkmış olan ''Asa'nın Beautiful İmperfection'' albümü gerçekten tam huzur bulmalık bir albüm. Siz kitabınızı okurken size en iyi şekilde eşlik edeceğine eminim. 

 Bol huzurlu, okumalı-yazmalı tatiller dilerim. Öpücük öpücük...






23 Ekim 2012 Salı

Bu Hafta Ne Dinlemeli: Gary Clark Jr.

 Bu gitar çalan siyahi yakışıklı adam da kim dediğinizi duyar gibiyim. Evet o Gary Clark Jr. Ben de kendisiyle tanışalı pek uzun zaman olmadı. Şarkılarını  başka şarkılar dinlerken şans eseri YouTube'ta buldum ve teker teker dinlemeye başladım. Şarkıları çok beğenince ''Kimmiş acaba bu adam?'' diyerek internet üzerinden küçük bir araştırmaya koyuldum ve bu Gary Clark Jr. denen adamın ülkemizde pek tanınmadığını gördüm. Çabalarıma rağmen pek Türkçe haber bulamadım hatta ''ekşi sözlük''te adının geçmemiş olmasına da ayrı bir şaşırdım. Sözün özü ben bu adamı dinledim ve dinlerken de büyük bir zevk aldım. Eğer sizler de bu zamanda Jimi Hendrix ve Albert Collins tarzı müzikler dinlemek istiyorsanız bu adamı seveceğinizden eminim. Sizlerle paylaştığım ''Bright Lights'' şarkısı kendisine ün getiren şarkılardan. Ama birçok performans videosu var YouTube'ta, hepsini teker teker dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Şimdiden size iyi dinlemeler.

25 Eylül 2012 Salı

Balzac'tan ''Nasıl Aşık Olunur ve Nasıl Muhteşem Şekilde İfade Edilir'' Dersleri


 Bugün Edebiyat Haber sitesini karıştırırken 10 yazardan ''aşkın en güzel halleri'' başlıklı yazıya denk geldim. 10 önemli yazarımızın aşkı konu edindikleri deneme ve mektuplarından örnekler yayımlamışlar. Aşkın var olup olmadığının en büyük tartışma konusu olduğu bu günlerde aşka inanmayı sağlayacak birçok yazı içeriyor başlık. Yazıların hepsi birbirinden güzel, birbirinden farklı ve etkileyici fakat aralarından bir tanesi var ki ''Keşke o mektup bana yazılsaydı.'' dedirtecek seviyede bence. Mektubu okurken insan kendini Madam de Berny'in yerine koyuyor ve gözlerinin dolmasına engel olamıyor. Bir an kendisini, Tanrıya bir gün ona da bu kadar yoğun duygular hissedecek ve bu şekilde güzel ifade edebilecek birini karşısına çıkarması için dua ederken buluyor. 


Honoré de Balzac’ tan Madam de Berny’ ye


Mutsuzsunuz, biliyorum bunu. Oysa ruhunuzda sizin bilmediğiniz ve sizi hâlâ ya­şama bağlayabilecek zenginlikler var.
Karşıma çıktığınızda, mutsuzluğu yüreğinden kaynaklanan bütün insanlardaki o çekicilik vardı üstünüzde. Ben acı çekenleri peşinen severim. Böylece melankoliniz be­nim için büyülü bir güzellik, mutsuzluklarınız benim için bir çekicilik haline geldi ve bütün düşüncelerim ruhunuzun hoşluklarını gösterdiğiniz andan başlayarak bendeki sizinle ilgili tatlı anılara bağlanıverdi elimde olmadan.
Size yazsam mı yazmasam mı? İşte ayrıldığım zamandan beri düşüncelerimin tek değişmez sorunu, bütün derin düşüncelerimin konusu buydu. Size eğer uzun süredir si­zi gözle görmediğimi söylersem, genellikle kendini beğenmişlik duygularıyla dopdolu genç bir ruhun bir tutkuyu umudun hazineleriyle güzelleştirmeye çalışmak yerine tasarlayabildiğine, koruyabildiğine ve besleyebildiğine şaşırıp kalırsınız; ama ben böyle­yim işte ve her zaman da böyle kalacağım; aşırı derecede çekingen, taşkınlığa varan de­recede âşık ve seviyorum demeye cüret edemeyecek kadar bakir. Bu bekâret içine, bu utanma içine, reddedilmeme yol açan bütün korku ve utangaçlık da girmektedir elbette. Bu yüzden de hiç başıma böyle bir şey gelmedi, çünkü hiçbir zaman kendimi böyle bir tehlikeye atmadım; ama bugün ilk kez hissettiklerimi dile getirme tehlikesini göze alıyo­rum. Evet Madam, cüret ediyorum buna, ama bunu yaparken de bu mektubun bütün sonuçlarını hesaplamak için aklımın kendine ayırmış olduğu en son bölgeye çekilmeyi de ihmal etmiyorum.
Siz bu mektubu okurken, tabii eğer okursanız, aklınızdan geçecek olan en küçük düşünceyi bilmediğimi sanmayın sakın.(…)
Böylece Madam bilin ki bu mektup kesinlikle bir oyun değildir, bu sizinle aynı du­rumda olan genç bir ruhun açık ifadesidir. (…)
Üzgünsünüz ve çoğunlukla yalnızlık içindesiniz. Bu mektubun sizi bir an için eğ­lendireceğini düşünüyorum. Sizin yerinizde ben olsaydım bu mektuplaşmada orijinal bir şeyler bulurdum. (…)
Ama ben her şeyi hesapladım demiştim size, çünkü eğer bana bir yanıt verme lütfunda bulunursanız bunun belki de beni tanımaya çalışmanız ve benimle alay etmeniz; son olarak da bir yolcuyu karanlıkta bir an umutlandıran, ardından da onu bir uçuru­mun dibine yuvarlayan o hafif parıltıları taklit etmeniz için bir tuzak olabileceğini alın­gan karakterim bana çoktan telkin etmişti bile.
Yok, hayır… Bundan korkmama hiç gerek yok, çünkü siz bana yanıt vermeyeceksi­niz. Binlerce neden var bunda sizi alıkoyacak(…) Ne olursa olsun ben sizi büyük zevkle düşünmekten hiç bıkmayacağım. Düşünün ki Madam sizden uzakta biri var; ruhu hay­ran olunacak bir ayrıcalıkla mesafeleri aşan, göklerde ideal bir yolu izleyen ve yanınız­dan hiç ayrılmamak için sarhoşlukla size koşan, yaşamınıza, duygularınıza tanık olmak­tan hoşlanan birinin(…), sizin bir dosttan, bir abladan daha ötede olduğunuz, neredeyse bir anne olduğunuz bir insanın bulunduğunu düşünün. Bütün bunlardan da ötede siz benim için bir tanrıçasınız(…), siz benim için gerçek bir koruyucusunuz hiç farkında ol­madan.(…) Her ne olursa olsun sizi her zaman seveceğim.
Sizden ne aşk bekliyorum, ne şaşkınlık, ne alay, ne küçümseme, ama ben her zaman bütün kadınların yüreğinde şefkat ve dostluk sınırlarında bulunan bir duygunun var olduğundan kuşkulanmışımdır. (…)
Hoşça kalın Madam. Buraya mektupları bitiren sıradan sözler yerine, bu yere ben ruhumu koyuyorum bütünüyle, lekesiz bir ruh, kusursuz bir ruh, kabul edilebilecek en saf armağanlardan biri olarak size sunmaya cüret ettiğim bir ruh. Hoşça kalın.

20 Eylül 2012 Perşembe

''Şu an ölsem bir allahın kulunun bile umurunda olmaz.'' dedi kız içinden.

''Elimden gelen her şeyi yapıyorum ama yine de her zaman kötü olan ben oluyorum. İnsanlara yardım etmeye çalışmak saçmalık! Onlar, kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen pislik yaratıklar. Neden onlarla yaşamak zorundayım? Ama ölmek de istemiyorum. Ölürsem toprağın altındaki bedenim ağaçları besleyerek büyümelerini sağlayacak. O pis yaratıklara yaşayabilsinler diye oksijen sağlamaya hiç mi hiç niyetim yok.'' diyerek elindeki parlayan jileti bir kenara bıraktı.  

8 Eylül 2012 Cumartesi

YAĞMUR


 Uyandığında ılık sonbahar gününün güzelliğini görebilecek hâlde değildi. Uzun zamandır bağlı olduğu bu oksijen tüpünün sesine bir türlü alışamamış, gece boyu sürekli sıçrayarak uyanmıştı. Bu uyumaya çalışma işkencesine daha fazla dayanamadı ve kalkıp cama doğru yürüdü. ‘’Sanki güneş son iki yıldır hiç parlamıyor.’’ diye mırıldandı belli belirsiz. Vücudundaki dayanılmaz acıyla savaşarak zorlukla salona yürüdü. Adam oradaydı. İki yıldır güneşle anlaşmalı olan, eskiden çok yakından tanıdığı ama son yıllarda yabancısı olduğu o adam. Onu fark etmemişti. Kendisi bile yaşadığını hissetmezken kızamazdı ki ona.

 Her zamanki gibi bir gün olacağı belliydi günün başlangıcından. Derin sessizlikler arasında, ölüme yaklaştığı bir gün daha. Her şey gitgide aynılaşıyordu. Aynı olaylar, aynı suskunluklar, aynı kırgınlıklar… Eskiden böyle miydi? Günler daha heyecanlı başlar, soluksuz sevişmelerle sona ererdi. Neden bu hâle gelmişti, neden bu hâle gelmişlerdi? Eskiden onu aşk dolu sözlerle uyandıran adam suratına bile bakmaz olmuştu. Onu suçlamalı mıydı? Bu düşünceleri aklından kovmaya çalışır gibi elini iki yana salladı. İki haftadır okumaya çalıştığı ama bir türlü başaramadığı kitabını aldı ve yatağına uzandı. Bu deneme de başarısızdı, kafasındaki sesler kitapta anlatılanlardan daha ağır basıyordu.

 Gözü komidinin üzerinde duran küçük aynaya ilişti. Aynayı eline aldı ve kendine baktı, hiç olmak istemediği kendine. Önceden de böyle buğulu mu bakıyordu gözleri? Yüzündeki bu renk daha ne kadar sararacaktı? Bu hortum daha ne kadar acıtacaktı ruhunu? Belki de adam haklıydı. Kim isterdi ki yavaş bir ölümü görmeyi? Bilse ki kadın ne kadar çok isterdi ilk öpüştükleri günkü yağmurda boğularak can vermeyi. 

 Yazım Edebiyat Haber sitesinde yayımlandı mesela:Yaşasın video öykü!

24 Ağustos 2012 Cuma


 Çocukluğumdan beri en sevdiğim yerlerden biridir lunapark. İçindeyken kendimi mutlu bir o kadar da huzurlu hissederim. Öyle güzeldir ki sanki bir masaldan kopup dünyaya düşmüş bir parçadır o.  Rengarenk yanıp sönen ışıklar, çocuk cıvıltıları, dönme-dolap, atlıkarınca, korku tüneli, kamikaze, balerin, adrenalin, eğlence, kahkaha, kalabalık ve bu büyüyü bozmaya gücü yetemeyen Serdar Ortaç ve İsmail YK şarkıları içinde resmen kaybolur, yutulur ve parçası olduğu dünyaya fırlatılırım… Orada ışıklardan başım döner sesler kulaklarımda uğuldar kendimi kaybederim.
 İşte benim hayatım da tam bir lunapark gibi; dışarıdan çok renkli, cıvıltılı, eğlenceli, bol kahkahalı hatta belki büyüleyici ama aynı zaman da o lunaparkın içindeki oyuncaklar gibi hep aynı yerde dönüp duran, hep sıradan, hep tekdüze
 Ben bir balığım ki koskoca okyanusa sığamayan, kendine bir mesken bulamayan. Hiçbir göçe katılmayıp hep başına buyruk dolaşan. O sözü edileni arayan ama üç saniyelik hafızası yüzünden bir türlü bulamayan. Ben umudunu kaybetmeyip, her gün aşık olup unuttuğu ve her gördüğünde tekrar aşık olduğu martıyı arayan bir balığım. Kimsenin dediklerine kulak asmayan, ölüme gözleri kapalı giden.

Bahçedeki o lamba

  Yaz aylarında bizim bahçe lambası, uçan böcekler için vazgeçilmez olmuştur. Gecenin karanlığında o lamba onları nasıl cezbediyorsa sen de bu karanlık günlerimde o kadar gözalıcı ve cezbedicisin ama umarım ki sonum o uçan böcekler gibi olmaz; çünkü hepsi lambanın içinde ölü yatıyor.
 Suya dokunulduğunda büyüyen halkalar gibi büyüyorsun gün geçtikçe gözümde ama n’olur onlar gibi bir anda yokoluverme…