20 Mart 2013 Çarşamba

Belki

 Tanrıların Tanrısı yoktur.

 Belki o da çok şikayetçidir yalnızlıktan- aşksızlıktan ama kendine yardım edecek Tanrı'nın Tanrısını bulamıyordur. ''Terzi kendi söküğünü dikemezmiş'' ya, belki  sürekli yalnız kullarından gelen ''aşık olacakları ve ömür boyu birlikte olacak biri'' isteklerini yerine getirmeye çalışıyordur gece gündüz sıkılarak. Belki bundandır çiftlerin eninde sonunda mutsuz olmaları, aşkın bir ömrünün olması...

 Belki de bu ''Yalnız Tanrı''nın bizden aldığı bir öctür.

 Kim bilir...

18 Mart 2013 Pazartesi

Kimileri Öykü Sever

 Benim öykülerini okumaktan zevk aldığım ve okudukça ''Nereden geliyor yahu bu konular aklına?'' diyerek kıskançlıktan çatladığım, neredeyse bütün yazılarında az buçuk elimin değdiği şahsına münhasır bir dostum var ki onu tanıyıp yazılarından bir kısmını okumadan hayatınıza devam etmenizi hiç mi hiç istemem. Hatta bana kalırsa herkes onu tanısın, okusun ve bu değişik ''yazar aday adayı'' Ömer kişisini okumaktan kendini alamayıp bağımlısı olsun.

 Ömer ya da kendine taktığı isimle ''Tilki'', benim üniversite hayatında tanıştığım ve tanışmaktan büyük zevk aldığım en yakın dostlarımdan biri. Benim ve çevresindeki birçok arkadaşının cesaretlendirmesiyle yıllardır içinde sakladığı bu cevheri kısa bir süre önce ortaya çıkardı ve bu büyük hazdan bizi mahrum bırakmama kararı aldı. Bana kalırsa çok güzel işler ortaya çıkarıyor ve çıkarmaya da devam edecek. Size benim yazıları arasında en değişik bulduğum ve öykünün yaratım safhasında adım adım yanında olduğum ''Akıl'' öyküsünü getirdim. Umarım siz yazı yazmaya yeni başlamasına rağmen güzel şeyler ortaya çıkaran can dostumu okuyup, beğenirsiniz efenim.

 Ayrıca ben bu ''Tilki'' efendiyi okumalara doyamadım, yok mu başka yazıları derseniz eğer kendisine bu adresten ulaşabilirsiniz: http://mrfoxhead.tumblr.com/

''AKIL
Gözlerimi açmaya çalışıyorum. Perdeden sızan güneşten uzaklaştırıyorum bakışlarımı. Kollarım uyuşuk,ayaklarım üşümüş. Geriniyorum. Yavaşça yıkıyorum vücudumu boşluğa doğru. Ayaklarımı soğuk lamine parkede,tozların arasından sürüyerek lavaboya gidiyorum. Aynayla yüz yüze gelmeden başımı eğiyorum musluğa. Çok soğuk. Havluyla küçük bir önsevişmeden sonra odama dönüyorum. Masanın yanından geçiyorum. Koltukta birisinin oturduğunu geçtikten sonra fark ediyorum. Bakmaya korkarak gözlerimi hafifçe deviriyorum. Evet,evet orada birisi var. Geri,yatağa çeviriyorum başımı. Sessizce adım atmaya çalışırken, günaydın diye sesleniyor. Arkamı dönmüyorum. Sadece yatağa doğru yürüyüp yorganın içine atıyorum kendimi. Sigaraya uzanıyorum sonra. Yatağın içinde doğrulup küllüğü kucağıma koyuyorum. Ateşi uzatıyor bana. İşte o an yüzüne bakmaktan alamıyorum kendimi. Gözlerine bakıyorum. Yeşiller. Tenine bakıyorum. Parlak beyaz. Uzun süredir görmeye katlanamadığım aynadaki akise çok benziyor. Şüpheleniyorum. Korkuyla irkiliyor tüm tüylerim. Arkama yaslanıp derin bir nefes çekiyorum sigaramdan. Tekrar bakıyorum. Tekrar inceliyorum. Bu kez daha detaylı. Tepeden tırnağa. Tırnakları bakımlı. Dudakları kalın ve kırmızı. Boya yok. Gözleri sürmeli. Saçları uzun dalgalı. Yanları kısa önleri olabildiğine uzun. Yana devinmiş. Teni parlak. Bilekleri ince. Yere bakıyor. Ve bir an fark ediyor üzerindeki bakışlarımı. Saçlarının arkasından bana bakıyor. Edalı,davetkar. Dudaklarını ıslatıyor. Gülümsüyor. Bir erkek gibi fakat bir kadın kadar narin ve kırılgan görünüyor.saçlarını alıp bakışlarının üzerinden soruyor;
-Kahvaltı yapacak mısın?
-Hayır.
-Yapman gerek hadi kalk.
-Bilemiyorum.
-Neyi?
-Sen gerçek misin?
-Sen gerçek misin?
-Tabii ki de.
-O zaman?
-Tabi.
Ayağa kalkıyor. Beni yataktan çıkarmak konusunda kararlı görünüyor. Israrcı sünepe diye geçiriyorum aklımdan.Beyaz lacivert çizgili ince bir bluz var üzerinde. Omuzları narin. Bluz omuzlarından dökülüyor. Bluzunun kapatamadığı yerlerden bir çok dövme çarpıyor  gözüme. Dar bir pantolon giymiş. Elinde yıpranmış bir deri ceket beni bekliyor. Gözlerini devirip dolabıma doğru gidiyor. Neden , hareketleri her şeyin yerini biliyormuş gibi geliyor.  Bana da dar bir pantolon bir kazak ve bir bere çıkarıyor. Kalın kürklü parkamı alıyor ben giyinirken.
-Al bunu giy üşüyeceksin.
-Sen?
-Beni merak etme. Ben üşümem.
-Peki sen bilirsin.
Botlarımı giyiyorum. Asansöre biniyoruz birlikte. Asansöre bindiğim her yabancı gibi onunla da göz göze gelmemeye çalışıyorum. Başaramıyorum. Çünkü bakışları vücudumu deliyor. Bana çok benziyor.
-Ne var? Neden bakıyorsun? Hem sen kimsin? Bana nasıl bu kadar çok benziyorsun?
-Bunu sormak şimdi mi geldi aklına. Evinde karşılaştığın her yabancıya bu kadar olağan mı davranırsın?
-Bilmem daha önce karşılaştığım bi' durum değil.
-Anlamadın değil mi hala kim olduğumu?
-Hayır.
-Salak. Ben senim.
-Nasıl yani?
-Akıl.
Ürperiyorum. Aklıma Hayyam’ın sözleri geliyor. Akılla bir konuşmam oldu dün gece. Asansörün kapısını açıyorum gözlerimi devirerek. Dışarı çıkıyorum. Hava soğuk. Soğuk ama güneşli. Parlak bi' gün. Yerde karlar var. İnsanın gözlerini ağrıtıyor ışık. Gözlüğünü takıyor. Cebinden çıkardığı bir tanesini de bana veriyor. Teşekkür ediyorum zoraki. Yürümeye başlıyoruz.  Bir zamanlar sürekli gittiğim parka doğru yöneliyoruz. İkimiz de sessiziz . Ben bozuyorum  sessizliği. Sırf muhabbet olsun diye.
-Ee nasılsın?
-Yorgun.
-Kim değil ki?
-Herkes değil.
-En azından kibarlık olsun diye bana da sorabilirdin.
-Zaten cevabını bildiğim bir şeyi neden sorayım? Unuttun mu?
-Doğru haklısın. Peki neden şimdi?
-Bunun cevabını bende bilmiyorum.
-Alâ.
-Alâ olan ne? Belki de artık kendini kandırmanın bi faydası yoktur. Kendine yalan söylemeyi bırakmalısın.
-Boşversene.
-Beni çok yoruyorsun artık. Biraz sen boşver.
-Elimde değil...
-Elinde.
-Değil...
-İnatçının birisin.

-Evet senin de inatçı bir ihtiyar görünümünde olmanı beklerdim. Ama sen daha çok…
-Daha çok ne?
-Kadın gibisin. Erkeğe yakın kadın.
-Bu seni neden rahatsız ediyor?
-Ettiğini nereden çıkardın?
-Öncelikle senin cevabını bildiğin her şeyi bende biliyorum bunu aklından çıkarma ki muhabbet beyhude uzamasın ve suratındaki ifadeden.
-Bilmem. Belki de alıştığım bir şey değildir.
-Yine toplum, yine insanlar yani...
-Belki de.
-Başkalarının ne düşündüğünü önemsemeyi bırak artık. Yaşadığın hiçbir şeyi kendin istediğin için yaşamıyorsun. Yaşamak istediklerini de şu yada bu şekilde toplumun gölgesi altında bastırıyorsun.
-Bir toplum içindeki bireysen topluma göre hareket etmen gerekir.
-Hayır toplum amaç değil araçtır. Toplum seni beğenmeyecek yahut dışlayacak diye yaşamak istediklerine ket vuramazsın.
-Ve? Bu ben miyim  yani? Benim olmak istediğim bu mu?
-Değil mi?
-Bilmiyorum. Beni neden sıkıştırıyorsun?
-Bunu benim yapmadığımı hatırlatırım sana.
-Peki o zaman şu an bunu istemediğimi de anlamış olman gerekir.
-Alâ.
Parka geldik. Boş ve insanlardan uzak bir masa bulup bakış yönümü parkın boş olduğu yöne doğru çeviriyorum. Kendi sıfatıma katlanamazken insan görmeye hiç tahammülüm yok. Gülümsüyor.
Senin dışladığın fakat onların isteği doğrultusunda yaşamını şekillendirdiğin mükemmel toplumun.
Cevap vermiyorum. Hem ne diyebilirim ki haklı. Ne de olsa söyleyeceğim her şeyi önceden biliyor. Bir kahkaha patlatıyor. Sigaramı çıkarıyorum cebimden. Soğuktan uyuşmuş parmaklarımla ateşliyorum. Ona da uzatıyorum. Teşekkür ediyor. Kendi cebinden küçük bir pul çıkarıp ağzına atıyor.  Çok güzel. Uyuşturucu bağımlısı kadınsı ukala sünepe bir ben. Aklım böyleymiş meğer diye düşünüyorum. Bu arada garson çocuk bize doğru yaklaşıyor. Boyu bir uzuyor bir kısalıyor. Bir yanımda bir uzakta. Birden sesle irkiliyorum.
-Abi hoş geldin. Nerelerdesin? Görünmüyorsun hiç. Ne arzularsın?
Seri soru yağmuruna tutuyor beni. Fakat ben aklımda kelimeleri birleştiremiyorum.  Ona bakıyorum. Kahkaha atıyor karşımda. En son kendimi biraz daha zorlayıp kelimeleri döküyorum ağzımdan.
-Çay bir tane. Bir tane de simit. Sen bir şey ister misin?
Bu sorumun arkasına kendini yerlere atıyor. Masayı yumrukluyor.
-Yok abi ben istemem.
Diyor çocuk gülerek. O zaman anlıyorum. Çocuk uzaklaşıyor. Karşıma oturup derin bir nefes alıyor.
-Gerizekalısın. Gerçekten.
-Kapa çeneni.
Gökyüzüne kaldırıyorum bakışlarımı. Rengi değişiyor sürekli. Sonra kar yağmaya başlıyor. Sonra gök gürlüyor. Bir kuzgun sürüsü uçuyor başımızın üzerinden. Duraksıyorum. Yumruklarımı sıkıyorum. Göz kapaklarımı sertçe birbirine bastırıyorum. Hayır. Bunlar gerçek değil. Kendine gel. Bir anda kendimi apartman kapısının önünde buluyorum. Hala yanımda. Hesabı merak ediyorum. Nasıl ödediğimizi yada ödedik mi acaba? Ödediğini söylüyor. Daireme çıkıyoruz. Üzerimi çıkarıyorum. O da çıkarıyor. Bluzunu yavaşça yere bırakıyor. Saçlarının altından yemyeşil bana bakıyor. Cüretkar. Omuzlarımı tutuyor. Yavaşça ellerini kolumda gezdiriyor. Karnıma götürüyor. Göğsümü öpmeye başlıyor. Boynuma doğru çıkarıyor dilini. Çok sıcak çok yumuşak. Kaskatı kesiliyorum. Hareket edemiyorum. Ama verdiği  his çok güzel. Yeni açan bir çiçek kadar narin ve bir pamuk kadar yumuşak hareket ediyor. Ellerini kalçalarıma doğru götürüyor. Geriliyorum. Gülüyor. Dizlerinin üzerine çöküyor. Belimi öperek yavaşça pantolonumun düğmelerini açıyor. Yalamaya başlıyor. Bacaklarımı hissetmiyorum. Yavaşça kendimi yatağa bırakıyorum. Onu kendime çekiyorum sonra. Öpüyorum. Dudakları çok güzel. Vişne tadı geliyor ağzıma. Dudaklarımı ısırıyor. Çok az kanatıyor. Akan kanı emiyor sonrada. Kollarımı yatağa bastırıyor. Öpmeye devam ediyor. Dudakları dudaklarımın üzerinde havada dans eden bir çınar yaprağı misali dolaşıyor. Ve sonra onu kucaklıyorum. Sarılıyorum sıkı sıkı. Öpüyorum. Elimi pantolonun içine götürüyorum. Fakat hiç bir şey yok. Sadece yumuşak bir düzlük. İrkilip elimi geri çekiyorum. Ona belli etmemeye çalışarak. Gülümsüyor. Sorun olmadığını söylüyor. Rahatlamamı emrediyor. Kendimi ona bırakıyorum. Tekrar aşağılarıma iniyor. Tatlı sert devam ediyor. Kendimi boşluğuma atıyorum. Ve tüm boşluğum patlıyor dışarı ağzına doğru. Biraz daha okşadıktan sonra kalkıyor. Komodinimin çekmecesinden peçeteyi çıkarıyor. Ağzının kenarını siliyor. Ben yatağa gömülmüş yatıyorum. Kaldıramıyorum kafamı. Ağırlaşıyor vücudum gitgide. Ceketinin cebinden sigara çıkarıp yakıyor. Ve odayı kesif bir yanık tavuk kokusu kaplıyor. Yanıma uzanıyor. Derin bir nefes çektikten sonra öpüyor. Ve ağzıma koyuyor sigarayı. Bende derin bir nefes çekiyorum. Ciğerlerimi ağrıtıyor. Hafif bir öksürükle dışarı bırakıyorum. Vücudumu artık tamamen hissetmiyorum.  Bir şeyi merak ediyorum. Soru aklıma düşer düşmez saçmalama diyor bana. Giyinmeye başlıyor. Neden diye soruyorum.
-Ben çoğalamam. Yani henüz. Bu nedenle cinsel bir organım olmasını da bekleyemezsin. Hem bu senin içinde pek sağlıklı olmaz.
-Alâ.
-Ben gidiyorum. Bugünlük bu kadar yeter.
-Peki.
Gitti. Çekmecemi açıyorum istemsiz. Bir sürü pul gözüme çarpıyor. Şaşırıyorum. Bir tane çekip ağzıma atıyorum. Ve geçirdiğim günü hatırlamaya çalışıyorum. Ama sadece boşluk var. Ve gözlerimi kapatıyorum. ''

2 Mart 2013 Cumartesi

İçindeki Çocuğu Henüz Öldürmeyenlere: Pera Günlükleri Körler Ülkesi


 Tezimin konusu ''kuramsal bir masal yazmak'' olduğu için son altı-yedi aydır çocuk edebiyatı ve masal unsurları içeren eserlerle pek bir içli dışlıyım. Bundan bir ay önce tez konumu öğrenen bir arkadaşım önermişti Pera Günlükleri'ni okumamı. Ajandama not aldığım halde, diğer okumak istediğim kitaplardan sıra gelememişti maalesef bu kitaba. Dün, bu ay ilk sayısı çıkan ''OT'' dergisini almak için girdiğim kitabevinde rastladım bu sevimli çocuk kitabına. Uzun zamandır kavuşmak istenilen bir dostla karşılaşmışcasına sarılıp, kasanın yolunu tuttum.

 ''Aman Armağan amma ballandırarak anlattın, altı üstü bir çocuk kitabı'' diyerek geçmeyin. Anlatılan olaylar ve kullanılan dil hiç de azımsanacak derecede değil. Körler Ülkesi, Pera Günlükleri'nin de kitabın yazarı olan Delal Arya'nın da ilk kitabı. Babasının mesleğinden dolayı hayatı okyanuslarda ve uzak ülkelerde geçen yazarımız, konu olarak benim her zaman ilgi duymuş olduğum ''bilinmeyen tarih, mistik olaylar ve kavimler''i seçmiş. Venedik, arkeoloji, tarih kokan kuleler, eski sütunlar, mumyalar, üç başlı yılan fosili, olağanüstü güçleri olan insanlar, çingeneler, büyüler, bilinmeyen şehirler, İstanbul Beyoğlu(eski adıyla Pera)'nda tarihe tanıklık etmiş bir mekan olan Pera Palas ve birçok gizemli olay var bu kitapta...

 Anlatı, annesi ve babası uzak ülkelerde araştırmaya gitmiş olan Ran ve Lusin kardeşlerin, Venedik'in o büyülü ortamında başlayıp, birçok devlete başkentlik yapmış olan İstanbul'daki Pera Palas'ta devam eden serüvenlerinden bahsediyor. Bu bir çocuk kitabı, fakat ben konu ve dil açısından herkesin keyif alarak okuyacağı sevimli bir kitap olduğunu düşünüyorum. İkinci kitap olan ''Sırlar Odası''nı alıp okumak için de sabırsızlanıyorum desem yalan olmaz. 

 Buyrun, sizi kitabı okumaya ikna edebileceğini düşündüğüm ufak ipuçları: 

 ''Masalların da bitkiler gibi olduğunu düşün. Tohum halinde alır ve yaşatırsın. Ne kadar çok insana anlatırsan masal o kadar büyür, dallanıp budaklanır, sonunda koca bir ağaca dönüşür.'' syf 94

 ''Şunu unutma veletçioğlu. Kargaları bilmiyorsan hiçbir şey bilmiyorsundur. Yeryüzündeki bütün gizemler onlardan sorulur. Çünkü bir tek onlar her şeyi görürler. Karanlıklara sinmiş olanları bile...'' syf 97

''Bir kurt asla evcilleşmez. Onunla birlikte yaşamak istiyorsan sen vahşileşeceksin, başka çare yok.'' syf 112