6 Eylül 2013 Cuma

''Ben burada yaşayamam anne, burası çok gri''

 Yolculuk boyunca kafasını pencereye dayamış öylece dışarıya bakıyordu. Kaç saattir bu şekilde durduğunu kendi bile bilmiyordu. Boynundaki şiddetli ağrı onun uzun zamandır bu şekilde dışarıyı izlediğinin bir kanıtıydı. Ağrıya aldırmadan sürekli değişen görüntüyü izlemeye devam etti. Şehre yaklaştıklarını anlaması çok zor olmadı. Hızla geçen ağaçlar artık yerini elektrik direklerine ve trafik levhalarına bırakmıştı. Kırmızıya dönük sarı sokak lambaları bile bu soğuk ve gri şehri ısıtmaya yetmemişti. Henüz yaz bitmemişti fakat hava hiç öyle görünmüyordu. Bir an ürperdi ve ince hırkasına biraz daha sarıldı.

 Bu şehir çok büyüktü, çok kalabalıktı ve çok yalnızdı. Her yer uzun uzun binalar, bir koşuşturma içinde gibi görünen suratsız insanlarla doluydu. Burası griydi, insanlar bile... Kafataslarının içine beton dökülmüş insanlar her gün aynı şeyleri, aynı ruhsuzlukla yapmaktan grileşmişlerdi. Halbuki o maviyi severdi. Gökyüzünün mavisi. Burada gökyüzü bile mavi değildi, kara bulutlar şehrin daha da gri görünmesinden başka hiçbir işe yaramıyordu. Binaların arasından görünen gri bir gökyüzü. Ama o maviyi çok severdi. Denizlerin mavisini, denizin o tuz kokan mavisini, ağır ağır sallanan sandalların mavisini, denize ağını atan balıkçıların nasırlı parmaklarının mavisini, martıların çığlıklarının mavisini... Burada denizden hiçbir eser yoktu. O sonra yeşili severdi. Çam ağaçlarının mis kokulu yeşilini, böceklerin kanat çırpışlarındaki yeşili, o cennetten kopma gölün üstünde süzülen nilüferlerin yeşilini severdi. Burada yeşil yoktu, gri vardı. O sarıyı da severdi. Sonbaharda yere dökülmüş yaprakların hışırtılarındaki sarıyı, annesinin ona ördüğü hırkanın üzerindeki tekirin sarısını, papatyaların rüzgarda dans edişlerindeki sarıyı severdi. O turuncuyu, moru, pembeyi severdi ama griyi sevemedi.

 Eline bir fırça alıp boyamak istedi şehri, rengarenk boyamak. Binaları boyamak turuncuya, yeşile, sarıya, kırmızıya... Yolları, merdivenleri, alışveriş merkezlerini boyamak istedi gökkuşağının o umut dolu renklerine. İnsanların beton dökülmüş beyinlerini boyamak istedi. Gri dışındaki renklerin farkına varsınlar diye. Aldı eline fırçasını boyadı gri şehrin her karışını gökkuşağının o muhteşem renklerine.

 Gökkuşağı umut demekti, umuda boyadı şehri. Güzel günlerin geleceği umuduyla...



5 Temmuz 2013 Cuma

Bir Saksı Dolusu Umut

 Çiçekleri hiç sevmem.

 Her sabah özenle çiçekleri sulayanları, sularken onlarla konuşup yapraklarını okşayanları hiç mi hiç anlamam.  Tamam belki onlar da canlı, fotosentez falan yapıp bize yaşadıklarını ilan ediyorlar ama birazcık samimi olalım gözleri olmayan, ses çıkarmayan, kımıldamayan canlı mı olur? Bence olmaz. Olmamalı.

 Bence canlı dediğinin gözleri olmalı. Siyah, yeşil, ela, kahverengi, mavi... Anlamlı anlamlı bakan bir çift göz. Hem demezler mi gözler kalbin aynasıdır diye? Gözleriyle anlatmalı canlı dediğin her duygusunu; seni sevdiğini, senin yanında olduğunu, sevilmek istediğini, üzgün olduğunu... Sıcaklığı olmalı canlının. Seni soğuk kış günlerinde hem vücuduyla hem de sevgisiyle ısıtmalı.

 Çiçeklerin sıcaklığı var mıdır?

 I

 Nereye baksam çiçekti. Pencerelerin önleri, mutfak, balkon... Rengarenk çoğunun ismini bile bilmediğim birçok çiçekle kaplıydı her yer. Bunca zamandır orada olduklarından haberdar bile olmadığım birçok çiçek... Hepsi üzgün gibi boyunlarını bükmüştü. Çiçekler üzülebilir miydi? Onlar da biliyor muydu olanları, hissedebiliyorlar mıydı gerçekten? Belki de sadece susamışlardı. Suladım.

 Belki gözleri yoktu, ses çıkartamıyor ve sıcaklıklarıyla beni ısıtamıyorlardı ama bana ihtiyaçları vardı. Benim onları sulamama ihtiyaçları vardı. Biliyordum.

 II

 Bir gün kendimi bir kitap dükkanının çiçek bakım kitaplarının olduğu bölümde buldum. Çiçeklerle ilgili birçok kitap... Çok anlıyormuş gibi birkaç tanesini elime alıp karıştırdım, anlamadım. Bir tanesi daha anlaşılırdı sanki içinde değişik türlerde çok sayıda çiçek resmi vardı. Yazar çiçeklerle ilgili bilinmesi gerekenleri açık seçik anlatıyordu resimlerinin altında; çiçeğin adı, kaç günde bir sulanması gerektiği, güneşi sevip sevmediği, böceklenirse ne yapılacağı, saksı boyunun ne olacağı ve saksının nasıl değiştirileceği yani kısaca çiçek besleyen birinin  bilmesi gereken her şeyi. Kitabı alıp her şeyi öğrenmeliydim ve itiraf etmek gerekirse bundan daha mühim başka hiçbir işim de kalmamıştı.

 İş başa düşmüştü, çiçekler bakım istiyordu. Bakılmayan çiçekler solar ve ölürdü. Ölüm kelimesi bile midemin bulanmasına ve tüylerimin diken diken olmasına yetiyordu. Ölüm olmamalıydı.

 III

 İlk işe çiçekleri tanımakla başladım, evdeki çiçeklerin resimlerini bulup isimlerini ve nasıl bakılmaları gerektiğini öğrendim. Mesela evdeki çiçekleri bir çoğu menekşe olduğunu öğrendim. Salonda camın önündeki masada duran iki saksı, mutfaktaki küçük masada duran beş saksı da menekşeymiş meğersem. Farklı renklerde açan menekşeler. Mor, beyaz, pembe, mor-sarı karışık... Menekşeler güneşi ve sulanmayı çok fazla sevmezlermiş. Ondan onları üç dört günde bir sulamak yeterliymiş. Kitapta denildiği gibi yaptım ve menekşelerimi çok sulamadım.

 Her gün ilgilendim onlarla, yoksa böceklendiler mi diye korkuyla kontrol ettim diplerini. O hiç anlayamadığım insanlar gibi oldum. Zevkle suladım çiçeklerimi, bir kitapta okudum onlarında konuşulmaya ihtiyaçları olduğunu ondan konuştum onlarla... Ki muhabbetleri de çok fena sayılmaz, baya akıcı bir sohbet oluyormuş onu öğrendim. İnsanın ruhunu dinlendirdiklerini duymuştum, dinlendim. Sıcaklıklarını hissettim. Her gün daha da güzelleştiklerini, çiçeklerini daha bir şevkle açtıklarını gördüm. Gururlandım. Çürümesinler diye çok sulamadım, güneş ışınlarından korudum, moralleri yerine gelsin diye güzel kitaplar okudum. Çürütmedim onları, öldürmedim...

 Bir ölümü daha kaldıramazdım.

29 Haziran 2013 Cumartesi

Şayet Bir Gün Annenizi Kaybederseniz Yapmanız Gerekenler

  Ben 14 haziran 2013, saat 23.05'de annemi kaybettim.

 Ölüm dediğin şey bazen aniden gelmez, hissettirir soğuk nefesini. Ölüm yavaş yavaş gelir kimilerine, görürsün de konduramazsın hiç en yakınındakine. Annem de ölümün yavaş yavaş geldiği kişilerden oldu. Önce hastalandı, sonra daha çok hastalandı, sonra daha da çok hastalandı...

 Annem daha da çoktan biraz fazla hastalandı ve tam beş gün yoğun bakımda kaldı.

 Peki anneniz yoğun bakımdayken neler yapmalısınız?

1) Sakin olmalısınız. Yirmi üç yaşında olabilirsiniz ya da hayatınız alt üst olmuş olabilir ama sakin olmalısınız. Çünkü etrafınızda sizden daha panik, sizden daha üzgün olduğunu iddia eden, sürekli sesli şekilde ağlayan ve sürekli yüzünüze bakıp anneniz daha ölmeden ''Vay yavrum senin de mezuniyetini göremedi, ne çok isterdi senin mezuniyetini görmeyi...'' şeklinde size moral depolayan bir değil birçok yetişkinle(?) karşılaşabilirsiniz. Sakin olun!

 Anneniz ikinci gün de mi yoğun bakımda? Hala ''iyiye gidiyor'' şeklinde bir haber almadınız mı? O zaman ikinci kuralımız şu:

2) Daha fazla sakin olmalısınız. İlk gün panik halindeki, ağlayıp sızlayan bir de ağlayıp sızladığı yetmezmiş gibi moral dolu konuşmalarıyla neşenize neşe katan yetişkinler(?) hala yanınızda olabilir ve gün geçtikçe daha panik ve daha patavatsız hale gelebilirler. Mesela annenizin yoğun bakımda olduğu ikinci gün sizin yanınızda ''ablamı acaba köye mi yoksa şehir mezarlığına mı gömsek?'' şeklinde mantık dolu tartışmalara şahit olabilirsiniz, doğaldır sakin olun!

 Hay aksi üçüncü gün de mi yoğun bakımda? Hala mı güzel bir haber yok? O zaman hemen üçüncü kuralı uygulayacaksınız:

3) Daha da fazla sakin olmalısınız. Kolay değil tabii siz yirmi üç yaşında kocaman bir insansınız ama  çevrende elli yaşını geçkin ne yapacağını bilemez halde idare edilmeyi bekleyen insanlar olabilir. Siz sakin olmalısınız; siz üzülemezsiniz, üzülmemelisiniz. Neden? Çünkü sizin yerinize o kadar çok üzülen o kadar çok rol çalan insan vardır ki üzülemezsiniz. Belki de sizi sakinleştirip güzel iki kelam edeceğini düşündüğünüz seksen beş yaşındaki anneanneniz sizi yanına çağırıp ''teyzenler ve dayının haberi yok ama sizde pıt pıt pıt...'' şeklinde annemle arasında olan ve şuan konuşulması gereken en son şey olan şeyi kulağına fısıldamış olabilir. Ve siz anneannenizden tiksinmiş olabilirsiniz. Yapabileceğiniz tek şey, sakin olun!

 Dördüncü gün mü oldu? Doktorlar ''ilk üç gün kritik, uyanmazsa uyanma ihtimalı çok düşük, her şeye hazırlıklı olun'' mu dedi? N'apıyoruz dördüncü kurala geçiyoruz:

4) Çok fazla sakin olunuz. Günler ilerledikçe gerçekle karşı karşıya kalmanın korkusu ile gergin olabilirsiniz fakat unutmayın ki çevrenizde sizden daha gergin yetişkinler vardır. Ayrıca yoğun bakımda olan annenizi günde sadece bir kişinin on dakika görebilme izni olduğunu bildiği halde her saat başı içeriye girmeye çalışan yetişkinler olabilir ve hastane yetkilileri ''yettiniz ama be sizle mi uğraşcaz, bundan sonra kimse girmeyecek'' demiş olabilir. Olsun. Bu daha hiç bir şey dercesine anneniz öldüğünde ''pidesini kim yaptıracak? Yedisi ve kırkı hangi evde olacak?'' gibi yine zeka örneği konuşmalara şahit olabilirsiniz. Ama biliyorsunuz ki siz yirmi üç yaşında kocaman biri onlar ise elliyi geçkin idare edilmesi gereken üzgün insanlar, bundan dolayı sakin olun!

 Beşinci gün ve hala iyi olan bir haber yok mu? Burun size beşinci kural:

5) İlk dört günden daha fazla sakin olmalısınız. Gün geçtikçe daha da gerilen sinirler yüzünden çevrenizdeki insanların patavatsızlığı katlanılamayacak kadar çok olabilir. Apar topar başka bir şehirden geldiğiniz için üzerinizde arkadaşınızdan ancak ödünç bulabildiğiniz mor eşofman altı olabilir ve laf edilebilirler, ne bileyim siz sanki hastanede ev sahibiymişsiniz gibi sizden sürekli olarak hizmet bekleyen yetişkinler(?) olabilir, size moral vermeye gelmiş olan genç yaşlardaki kuzenleriniz sizin kafanızı dağıtmaya geldiğinde buna dır dır edenler olabilir. Söylenen hiçbir şeyi duymamaya çalışıp sakinliğinizi korumalısınız. Sakın olun!

 Belki de hastaneden 21.05'de ayrılıp sakin kalmaktan bitap düşmüş bedeninizi dinlerdirmek için evinize gittiğinizde saat tam 22.30'da hastaneden ''kalbi durdu kalp masajı yapıyoruz, acil gelin'' diye telefon alabilir ve gerçekle yüz yüze kalmış olabilirsiniz. Ama ilk beş kural yine geçerlidir. Çünkü hastaneye gittiğinizde, hastanenin olduğu semte daha yakın oturan akrabaların sizden daha önce hastanenin bahçesinde olduğunu ve bu kötü haberi kaç gündür çeşitli patavatsızlıklarına katlandığınız elli yaş üstü yetişkin(?) insanın feryat ve ağıtlarından alabilirsiniz. Ve donarsınız. Siz ağlayamazsınız. Sahneyi ne size ne ablanıza ne de babanıza bırakırlar. Ayılırlar, bayılırlar... Tiksinirsiniz.

 Ama sakin olmanız gereken günler bitmemiştir, yeni başlamıştır o an onu bilmezsiniz. Önce acınızı yaşayamamış olmanın siniriyle baş başa kalırsınız. Her şeye sövmek istersiniz, kaçıp gitmek istersiniz.Yapamazsınız. Çünkü yollar kapalıdır. Çünkü ertesi gün büyük başbakan(?) Tayyip Sincan'a gösteriş yapmaya direnişcilere ''işte biz bu kadar kalabalığız, zor tuttuğum %50'yı saldım meydanlara'' demek için hastanenin önünde yer alan ana caddeyi ve çevresini miting yapmak için trafiğe kapatmıştır. Sabır önemlidir, sabrederseniz. Dolambaçlı yollardan gidersiniz, yirmi üç yıllık annenizi soğuk bir morga bırakıp dönersiniz. Yorgunsunuzdur, üzgünsünüzdür ve uyuyamazsınız  Ertesi gün olur ama olaylar bitmez. Sela okutacak bir imam bulamazsınız. Merkez Cami'ye kadar ulaşılır ama hepsinden ret cevabı alırsınız. Biri tatile gitmiştir, birine ulaşamazsınız, hepsi buhar olmuştur. Belki de imamların mitinge gittiğini düşünüp ülkeden, dinden, sistemden, hayattan soğursunuz. Sela verilmemiş bir anneyi toprağa gömersiniz ama annenizi çok sevdiğini iddia eden akraba ve yakınlar siz cenazeden suratsız olduğunuz için yanınıza yaklaşamadıklarını ve baş sağlığı dileyemediklerini söyleyebilirler ama siz sabırlısınızdır. Anlayamazsınız. Ağlayamazsınız. Ağlayamadığınız için kötü bakışlara maruz kalırsınız, ağlarsınız yanınızda kimseyi bulamazsınız. Olabilir bunlar çok normaldır, sakin olmaya çalışırsınız. Herkes gergin olduğu için saçma sapan şeylerden kavgaların çıktığını, seslerin yükseldiğini duyarsınız. Belki de cenaze dururken üç pidenin iki ayranın derdine düşenleri görürsünüz. Tiksinirsiniz. Annenizin evi yokmuş gibi o üçüncü gün sizi yanına çağırıp çirkin şeyler peşine düşen anneannenizin evinin cenaze evi olduğunu iddia edenler olur, karşı çıkarsınız. Duymazlar. Belki de annenizi toprağın altında bırakıp uzak evinize gittiğinizde yanınızda üç teyzeniz ve dayınız yoktur. Yalnız kalırsınız. Belki teyzelerinizin üç kuruşluk gururlarını biri kırmıştır da sizi o acı günde yalnız bırakmışlardır. Duymazlar, dinlemezler, anlamazlar. Belki yalvar yakar cenazeden 3 gün sonra teyzelerinizi evinize-gerçek cenaze evine- çağırırsınız. Yüzlerinden düşen bin parça oluyor olabilir, olsun eğilir toplarsınız. Cenaze evinde belki de herkes birbirine girer siz evi terk edersiniz. Bir köşeye oturursunuz. Teyzeniz belki de oturduğunuz yerden geçerken size ''yazıklar olsun'' diye bağırır ve kulaklarınızda hep o çınlar hayatınız boyunca... Her şey olabilir, dedikodular duyarsınız, yalanlar... Hiçbirine inanmazsınız, hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Yanınızda sadece ablanız ve babanız kalmıştır. Onlara sarılırsınız.

 Artık yalnızsınızdır. Ama siz bilirsiniz ki böyle durumlarda sakın olmak en mantıklısıdır.

19 Mayıs 2013 Pazar

Romantizm

 Adam: Sen sonbaharda düşen son yapraktan damlayan son yağmur damlasısın.
 Kız: Hdfbgklsdmfşlisdafmsnmbvhdkfj... Yok artık!

 Romantik oldu mu, olmadı belki ama adam çok güzel demişti.

19 Nisan 2013 Cuma

İskambil

 Kutusundan yeni çıkmış tazecik bir iskambil destesi olmayı istedi o an; kirli ellerin dokunuşlarıyla lekelenmemiş, hiçbir hileye karışmamış, aldatmamış ve aldatılmamış, günahsız bir iskambil destesi.

20 Mart 2013 Çarşamba

Belki

 Tanrıların Tanrısı yoktur.

 Belki o da çok şikayetçidir yalnızlıktan- aşksızlıktan ama kendine yardım edecek Tanrı'nın Tanrısını bulamıyordur. ''Terzi kendi söküğünü dikemezmiş'' ya, belki  sürekli yalnız kullarından gelen ''aşık olacakları ve ömür boyu birlikte olacak biri'' isteklerini yerine getirmeye çalışıyordur gece gündüz sıkılarak. Belki bundandır çiftlerin eninde sonunda mutsuz olmaları, aşkın bir ömrünün olması...

 Belki de bu ''Yalnız Tanrı''nın bizden aldığı bir öctür.

 Kim bilir...

18 Mart 2013 Pazartesi

Kimileri Öykü Sever

 Benim öykülerini okumaktan zevk aldığım ve okudukça ''Nereden geliyor yahu bu konular aklına?'' diyerek kıskançlıktan çatladığım, neredeyse bütün yazılarında az buçuk elimin değdiği şahsına münhasır bir dostum var ki onu tanıyıp yazılarından bir kısmını okumadan hayatınıza devam etmenizi hiç mi hiç istemem. Hatta bana kalırsa herkes onu tanısın, okusun ve bu değişik ''yazar aday adayı'' Ömer kişisini okumaktan kendini alamayıp bağımlısı olsun.

 Ömer ya da kendine taktığı isimle ''Tilki'', benim üniversite hayatında tanıştığım ve tanışmaktan büyük zevk aldığım en yakın dostlarımdan biri. Benim ve çevresindeki birçok arkadaşının cesaretlendirmesiyle yıllardır içinde sakladığı bu cevheri kısa bir süre önce ortaya çıkardı ve bu büyük hazdan bizi mahrum bırakmama kararı aldı. Bana kalırsa çok güzel işler ortaya çıkarıyor ve çıkarmaya da devam edecek. Size benim yazıları arasında en değişik bulduğum ve öykünün yaratım safhasında adım adım yanında olduğum ''Akıl'' öyküsünü getirdim. Umarım siz yazı yazmaya yeni başlamasına rağmen güzel şeyler ortaya çıkaran can dostumu okuyup, beğenirsiniz efenim.

 Ayrıca ben bu ''Tilki'' efendiyi okumalara doyamadım, yok mu başka yazıları derseniz eğer kendisine bu adresten ulaşabilirsiniz: http://mrfoxhead.tumblr.com/

''AKIL
Gözlerimi açmaya çalışıyorum. Perdeden sızan güneşten uzaklaştırıyorum bakışlarımı. Kollarım uyuşuk,ayaklarım üşümüş. Geriniyorum. Yavaşça yıkıyorum vücudumu boşluğa doğru. Ayaklarımı soğuk lamine parkede,tozların arasından sürüyerek lavaboya gidiyorum. Aynayla yüz yüze gelmeden başımı eğiyorum musluğa. Çok soğuk. Havluyla küçük bir önsevişmeden sonra odama dönüyorum. Masanın yanından geçiyorum. Koltukta birisinin oturduğunu geçtikten sonra fark ediyorum. Bakmaya korkarak gözlerimi hafifçe deviriyorum. Evet,evet orada birisi var. Geri,yatağa çeviriyorum başımı. Sessizce adım atmaya çalışırken, günaydın diye sesleniyor. Arkamı dönmüyorum. Sadece yatağa doğru yürüyüp yorganın içine atıyorum kendimi. Sigaraya uzanıyorum sonra. Yatağın içinde doğrulup küllüğü kucağıma koyuyorum. Ateşi uzatıyor bana. İşte o an yüzüne bakmaktan alamıyorum kendimi. Gözlerine bakıyorum. Yeşiller. Tenine bakıyorum. Parlak beyaz. Uzun süredir görmeye katlanamadığım aynadaki akise çok benziyor. Şüpheleniyorum. Korkuyla irkiliyor tüm tüylerim. Arkama yaslanıp derin bir nefes çekiyorum sigaramdan. Tekrar bakıyorum. Tekrar inceliyorum. Bu kez daha detaylı. Tepeden tırnağa. Tırnakları bakımlı. Dudakları kalın ve kırmızı. Boya yok. Gözleri sürmeli. Saçları uzun dalgalı. Yanları kısa önleri olabildiğine uzun. Yana devinmiş. Teni parlak. Bilekleri ince. Yere bakıyor. Ve bir an fark ediyor üzerindeki bakışlarımı. Saçlarının arkasından bana bakıyor. Edalı,davetkar. Dudaklarını ıslatıyor. Gülümsüyor. Bir erkek gibi fakat bir kadın kadar narin ve kırılgan görünüyor.saçlarını alıp bakışlarının üzerinden soruyor;
-Kahvaltı yapacak mısın?
-Hayır.
-Yapman gerek hadi kalk.
-Bilemiyorum.
-Neyi?
-Sen gerçek misin?
-Sen gerçek misin?
-Tabii ki de.
-O zaman?
-Tabi.
Ayağa kalkıyor. Beni yataktan çıkarmak konusunda kararlı görünüyor. Israrcı sünepe diye geçiriyorum aklımdan.Beyaz lacivert çizgili ince bir bluz var üzerinde. Omuzları narin. Bluz omuzlarından dökülüyor. Bluzunun kapatamadığı yerlerden bir çok dövme çarpıyor  gözüme. Dar bir pantolon giymiş. Elinde yıpranmış bir deri ceket beni bekliyor. Gözlerini devirip dolabıma doğru gidiyor. Neden , hareketleri her şeyin yerini biliyormuş gibi geliyor.  Bana da dar bir pantolon bir kazak ve bir bere çıkarıyor. Kalın kürklü parkamı alıyor ben giyinirken.
-Al bunu giy üşüyeceksin.
-Sen?
-Beni merak etme. Ben üşümem.
-Peki sen bilirsin.
Botlarımı giyiyorum. Asansöre biniyoruz birlikte. Asansöre bindiğim her yabancı gibi onunla da göz göze gelmemeye çalışıyorum. Başaramıyorum. Çünkü bakışları vücudumu deliyor. Bana çok benziyor.
-Ne var? Neden bakıyorsun? Hem sen kimsin? Bana nasıl bu kadar çok benziyorsun?
-Bunu sormak şimdi mi geldi aklına. Evinde karşılaştığın her yabancıya bu kadar olağan mı davranırsın?
-Bilmem daha önce karşılaştığım bi' durum değil.
-Anlamadın değil mi hala kim olduğumu?
-Hayır.
-Salak. Ben senim.
-Nasıl yani?
-Akıl.
Ürperiyorum. Aklıma Hayyam’ın sözleri geliyor. Akılla bir konuşmam oldu dün gece. Asansörün kapısını açıyorum gözlerimi devirerek. Dışarı çıkıyorum. Hava soğuk. Soğuk ama güneşli. Parlak bi' gün. Yerde karlar var. İnsanın gözlerini ağrıtıyor ışık. Gözlüğünü takıyor. Cebinden çıkardığı bir tanesini de bana veriyor. Teşekkür ediyorum zoraki. Yürümeye başlıyoruz.  Bir zamanlar sürekli gittiğim parka doğru yöneliyoruz. İkimiz de sessiziz . Ben bozuyorum  sessizliği. Sırf muhabbet olsun diye.
-Ee nasılsın?
-Yorgun.
-Kim değil ki?
-Herkes değil.
-En azından kibarlık olsun diye bana da sorabilirdin.
-Zaten cevabını bildiğim bir şeyi neden sorayım? Unuttun mu?
-Doğru haklısın. Peki neden şimdi?
-Bunun cevabını bende bilmiyorum.
-Alâ.
-Alâ olan ne? Belki de artık kendini kandırmanın bi faydası yoktur. Kendine yalan söylemeyi bırakmalısın.
-Boşversene.
-Beni çok yoruyorsun artık. Biraz sen boşver.
-Elimde değil...
-Elinde.
-Değil...
-İnatçının birisin.

-Evet senin de inatçı bir ihtiyar görünümünde olmanı beklerdim. Ama sen daha çok…
-Daha çok ne?
-Kadın gibisin. Erkeğe yakın kadın.
-Bu seni neden rahatsız ediyor?
-Ettiğini nereden çıkardın?
-Öncelikle senin cevabını bildiğin her şeyi bende biliyorum bunu aklından çıkarma ki muhabbet beyhude uzamasın ve suratındaki ifadeden.
-Bilmem. Belki de alıştığım bir şey değildir.
-Yine toplum, yine insanlar yani...
-Belki de.
-Başkalarının ne düşündüğünü önemsemeyi bırak artık. Yaşadığın hiçbir şeyi kendin istediğin için yaşamıyorsun. Yaşamak istediklerini de şu yada bu şekilde toplumun gölgesi altında bastırıyorsun.
-Bir toplum içindeki bireysen topluma göre hareket etmen gerekir.
-Hayır toplum amaç değil araçtır. Toplum seni beğenmeyecek yahut dışlayacak diye yaşamak istediklerine ket vuramazsın.
-Ve? Bu ben miyim  yani? Benim olmak istediğim bu mu?
-Değil mi?
-Bilmiyorum. Beni neden sıkıştırıyorsun?
-Bunu benim yapmadığımı hatırlatırım sana.
-Peki o zaman şu an bunu istemediğimi de anlamış olman gerekir.
-Alâ.
Parka geldik. Boş ve insanlardan uzak bir masa bulup bakış yönümü parkın boş olduğu yöne doğru çeviriyorum. Kendi sıfatıma katlanamazken insan görmeye hiç tahammülüm yok. Gülümsüyor.
Senin dışladığın fakat onların isteği doğrultusunda yaşamını şekillendirdiğin mükemmel toplumun.
Cevap vermiyorum. Hem ne diyebilirim ki haklı. Ne de olsa söyleyeceğim her şeyi önceden biliyor. Bir kahkaha patlatıyor. Sigaramı çıkarıyorum cebimden. Soğuktan uyuşmuş parmaklarımla ateşliyorum. Ona da uzatıyorum. Teşekkür ediyor. Kendi cebinden küçük bir pul çıkarıp ağzına atıyor.  Çok güzel. Uyuşturucu bağımlısı kadınsı ukala sünepe bir ben. Aklım böyleymiş meğer diye düşünüyorum. Bu arada garson çocuk bize doğru yaklaşıyor. Boyu bir uzuyor bir kısalıyor. Bir yanımda bir uzakta. Birden sesle irkiliyorum.
-Abi hoş geldin. Nerelerdesin? Görünmüyorsun hiç. Ne arzularsın?
Seri soru yağmuruna tutuyor beni. Fakat ben aklımda kelimeleri birleştiremiyorum.  Ona bakıyorum. Kahkaha atıyor karşımda. En son kendimi biraz daha zorlayıp kelimeleri döküyorum ağzımdan.
-Çay bir tane. Bir tane de simit. Sen bir şey ister misin?
Bu sorumun arkasına kendini yerlere atıyor. Masayı yumrukluyor.
-Yok abi ben istemem.
Diyor çocuk gülerek. O zaman anlıyorum. Çocuk uzaklaşıyor. Karşıma oturup derin bir nefes alıyor.
-Gerizekalısın. Gerçekten.
-Kapa çeneni.
Gökyüzüne kaldırıyorum bakışlarımı. Rengi değişiyor sürekli. Sonra kar yağmaya başlıyor. Sonra gök gürlüyor. Bir kuzgun sürüsü uçuyor başımızın üzerinden. Duraksıyorum. Yumruklarımı sıkıyorum. Göz kapaklarımı sertçe birbirine bastırıyorum. Hayır. Bunlar gerçek değil. Kendine gel. Bir anda kendimi apartman kapısının önünde buluyorum. Hala yanımda. Hesabı merak ediyorum. Nasıl ödediğimizi yada ödedik mi acaba? Ödediğini söylüyor. Daireme çıkıyoruz. Üzerimi çıkarıyorum. O da çıkarıyor. Bluzunu yavaşça yere bırakıyor. Saçlarının altından yemyeşil bana bakıyor. Cüretkar. Omuzlarımı tutuyor. Yavaşça ellerini kolumda gezdiriyor. Karnıma götürüyor. Göğsümü öpmeye başlıyor. Boynuma doğru çıkarıyor dilini. Çok sıcak çok yumuşak. Kaskatı kesiliyorum. Hareket edemiyorum. Ama verdiği  his çok güzel. Yeni açan bir çiçek kadar narin ve bir pamuk kadar yumuşak hareket ediyor. Ellerini kalçalarıma doğru götürüyor. Geriliyorum. Gülüyor. Dizlerinin üzerine çöküyor. Belimi öperek yavaşça pantolonumun düğmelerini açıyor. Yalamaya başlıyor. Bacaklarımı hissetmiyorum. Yavaşça kendimi yatağa bırakıyorum. Onu kendime çekiyorum sonra. Öpüyorum. Dudakları çok güzel. Vişne tadı geliyor ağzıma. Dudaklarımı ısırıyor. Çok az kanatıyor. Akan kanı emiyor sonrada. Kollarımı yatağa bastırıyor. Öpmeye devam ediyor. Dudakları dudaklarımın üzerinde havada dans eden bir çınar yaprağı misali dolaşıyor. Ve sonra onu kucaklıyorum. Sarılıyorum sıkı sıkı. Öpüyorum. Elimi pantolonun içine götürüyorum. Fakat hiç bir şey yok. Sadece yumuşak bir düzlük. İrkilip elimi geri çekiyorum. Ona belli etmemeye çalışarak. Gülümsüyor. Sorun olmadığını söylüyor. Rahatlamamı emrediyor. Kendimi ona bırakıyorum. Tekrar aşağılarıma iniyor. Tatlı sert devam ediyor. Kendimi boşluğuma atıyorum. Ve tüm boşluğum patlıyor dışarı ağzına doğru. Biraz daha okşadıktan sonra kalkıyor. Komodinimin çekmecesinden peçeteyi çıkarıyor. Ağzının kenarını siliyor. Ben yatağa gömülmüş yatıyorum. Kaldıramıyorum kafamı. Ağırlaşıyor vücudum gitgide. Ceketinin cebinden sigara çıkarıp yakıyor. Ve odayı kesif bir yanık tavuk kokusu kaplıyor. Yanıma uzanıyor. Derin bir nefes çektikten sonra öpüyor. Ve ağzıma koyuyor sigarayı. Bende derin bir nefes çekiyorum. Ciğerlerimi ağrıtıyor. Hafif bir öksürükle dışarı bırakıyorum. Vücudumu artık tamamen hissetmiyorum.  Bir şeyi merak ediyorum. Soru aklıma düşer düşmez saçmalama diyor bana. Giyinmeye başlıyor. Neden diye soruyorum.
-Ben çoğalamam. Yani henüz. Bu nedenle cinsel bir organım olmasını da bekleyemezsin. Hem bu senin içinde pek sağlıklı olmaz.
-Alâ.
-Ben gidiyorum. Bugünlük bu kadar yeter.
-Peki.
Gitti. Çekmecemi açıyorum istemsiz. Bir sürü pul gözüme çarpıyor. Şaşırıyorum. Bir tane çekip ağzıma atıyorum. Ve geçirdiğim günü hatırlamaya çalışıyorum. Ama sadece boşluk var. Ve gözlerimi kapatıyorum. ''

2 Mart 2013 Cumartesi

İçindeki Çocuğu Henüz Öldürmeyenlere: Pera Günlükleri Körler Ülkesi


 Tezimin konusu ''kuramsal bir masal yazmak'' olduğu için son altı-yedi aydır çocuk edebiyatı ve masal unsurları içeren eserlerle pek bir içli dışlıyım. Bundan bir ay önce tez konumu öğrenen bir arkadaşım önermişti Pera Günlükleri'ni okumamı. Ajandama not aldığım halde, diğer okumak istediğim kitaplardan sıra gelememişti maalesef bu kitaba. Dün, bu ay ilk sayısı çıkan ''OT'' dergisini almak için girdiğim kitabevinde rastladım bu sevimli çocuk kitabına. Uzun zamandır kavuşmak istenilen bir dostla karşılaşmışcasına sarılıp, kasanın yolunu tuttum.

 ''Aman Armağan amma ballandırarak anlattın, altı üstü bir çocuk kitabı'' diyerek geçmeyin. Anlatılan olaylar ve kullanılan dil hiç de azımsanacak derecede değil. Körler Ülkesi, Pera Günlükleri'nin de kitabın yazarı olan Delal Arya'nın da ilk kitabı. Babasının mesleğinden dolayı hayatı okyanuslarda ve uzak ülkelerde geçen yazarımız, konu olarak benim her zaman ilgi duymuş olduğum ''bilinmeyen tarih, mistik olaylar ve kavimler''i seçmiş. Venedik, arkeoloji, tarih kokan kuleler, eski sütunlar, mumyalar, üç başlı yılan fosili, olağanüstü güçleri olan insanlar, çingeneler, büyüler, bilinmeyen şehirler, İstanbul Beyoğlu(eski adıyla Pera)'nda tarihe tanıklık etmiş bir mekan olan Pera Palas ve birçok gizemli olay var bu kitapta...

 Anlatı, annesi ve babası uzak ülkelerde araştırmaya gitmiş olan Ran ve Lusin kardeşlerin, Venedik'in o büyülü ortamında başlayıp, birçok devlete başkentlik yapmış olan İstanbul'daki Pera Palas'ta devam eden serüvenlerinden bahsediyor. Bu bir çocuk kitabı, fakat ben konu ve dil açısından herkesin keyif alarak okuyacağı sevimli bir kitap olduğunu düşünüyorum. İkinci kitap olan ''Sırlar Odası''nı alıp okumak için de sabırsızlanıyorum desem yalan olmaz. 

 Buyrun, sizi kitabı okumaya ikna edebileceğini düşündüğüm ufak ipuçları: 

 ''Masalların da bitkiler gibi olduğunu düşün. Tohum halinde alır ve yaşatırsın. Ne kadar çok insana anlatırsan masal o kadar büyür, dallanıp budaklanır, sonunda koca bir ağaca dönüşür.'' syf 94

 ''Şunu unutma veletçioğlu. Kargaları bilmiyorsan hiçbir şey bilmiyorsundur. Yeryüzündeki bütün gizemler onlardan sorulur. Çünkü bir tek onlar her şeyi görürler. Karanlıklara sinmiş olanları bile...'' syf 97

''Bir kurt asla evcilleşmez. Onunla birlikte yaşamak istiyorsan sen vahşileşeceksin, başka çare yok.'' syf 112

18 Şubat 2013 Pazartesi

Jerry ve Tom

 Geçen hafta ''Yastık Adam''a gittikten sonra tiyatroya doyamadım ve bu hafta da Stüdyo Sahne'de oynanan ''Jerry ve Tom''a bilet aldım. Geçen sefer yaptığım gibi bir ön araştırma yapmanın oyundan kopmama sebep olduğunu düşündüğüm için bu sefer tamamen oyuna teslim halde salondaki yerime oturdum. Buraya salon demek yanlış olur sanırım burası daha çok çalan hoş müzikleriyle, kırmızı ağırlıklı ışıklandırmalarıyla, alışkın olduğumuz tiyatro koltuklarının yerine 360 derece dönebilen bar sandalyeleriyle ve benim oturduğum yerin tam önünde olan striptiz borusuyla iç gıcıklayıcı bir barı daha çok andırıyordu.

 Klasik tiyatro konseptinin dışına çıkmış bir oyun izlemek istiyorsanız ''Jerry ve Tom'' tam da bunun için uygun olan bir oyun. Dört bir tarafınız değişik dekorlarla kaplı, dört tarafta sahne olarak kullanılıyor ve değişen sahnelere göre sandalyenizin konumunu değiştiriyorsunuz (Bu olay bazen can sıkıcı raddelere gelebiliyor. Çünkü sahne olarak kullanılacak dokuz ayrı dekor var, sahne geçişlerinde insan nereye döneceğini şaşırıyor ve o bar sandalyeleri üzerinde fır dönüyorsunuz.). Yüksek bir sahnesi olmadığından oyuncularla olan irtibatınız hiçbir şekilde kopmuyor ve daha samimi bir ortam oluşuyor.

 Oyunun yazarı Rick Cleveland, yönetmeni ''Yastık Adam''ın da yönetmeni olan İlham Yazar, konusu ise iki kiralık katilin yaşamları. Konu bu olunca insan aynen ''Yastık Adam'' da olduğu gibi gerilimli ve bol kanlı  bir oyun bekliyor. İlk sahnede Jerry'nin elindeki kocaman silahı görünce ''Eğer bu silah aniden patlarsa ben burada bayılıveririm!'' gibi düşünceler beyninizde dönmeye başlıyor. Ama gerilimli olmaktan ziyade eğlenceli bir oyun, ben birçok sahnede kendimi tutamayıp kahkahayı patlatıverdim (Özellikle Ünsal Coşar'ın Elvis kıyafetleri içinde olduğu ''sinema' sahnesinde ve Özgür Öztürk'ün elektrikli testere ile dansında ). Bu kadar silahın kullanıldığı bir oyunda elbette o silah bir kere patlıyor ve orada bütün salon olarak zıplıyorsunuz ama bunun nerede olduğunu söyleyip tabii ki işin heyecanını kaçırmayacağım.



 Oyundan geldikten sonra Ekşi'de birazcık oyunla ilgili yorumları okudum, genel itibariyle oyunun sahnelenme şekli ve müzikleri büyük beğeni kazanmış. Oyuncular Cüneyt Mete ve Ünsal Coşar hakkında güzel yorumlar yapılmışken, Jerry rolündeki Özgür Öztürk oyunculuğu biraz abartı bulunmuş. Bana kalırsa bütün oyunculuklar muhteşemdi ve Özgür Öztürk'ün rolu abartıyı gayet kaldıran bir roldü. Ben büyük bir zevkle izledim hepsini.

 Tek perdelik ve bir buçuk saatlik bir oyun Jerry ve Tom, eğer sizlerde değişik bir deneyim yaşamak istiyorsanız Stüdyo Sahne'deki gösterim takvimine göre çok vaktiniz kalmamış, sadece üç gösterim kaldığını gösteriyor takvim bundan dolayı elinizi çabuk tutmanızı öneririm.

 İyi seyirler efendim.

 *Ayrıca sizin için oyunda çalan ve yüksek beğeni kazanan şarkıların bir listesini yaptım, dinleyin siz de beğenin efendim: http://fizy.com/u/birgaripinsankisisi/Jerry+ve+Tom


14 Şubat 2013 Perşembe

Yastık Adam

 Uzun zamandır tiyatroya gitmiyordum, yaklaşık bir yıldır sürekli ortalıkta bir ''tiyatroya gideyim'' lafı dolanıyordu fakat yoğun hayatımdan(!) kopup bir türlü tiyatroya gidememiştim. Tatil için Ankara'ya gelmek bir yıldır gerçekleştiremediğim bu planımı yerine getirmek için büyük bir fırsat oldu bana.

 Dün İrfan Şahin Sahnesi'nde sergilenen ''Yastık Adam'' oyununa gittim. Gitmeden önce yaptığım küçük araştırmalarla oyunda ne ile karşılaşacağımı aşağı yukarı tahmin ediyordum. Sahnede gözleri bağlı ve ayakları çıplak olarak bekleyen Katurian rolündeki Murat Çidamlı, dekor olan ekranlarda akan ''çığlık, kan vb.'' dehşet verici yazılar ve çalan müzikler hemen oyunun gergin havasına kapılmanıza ve daha oyun başlamadan oyunun içine girmenizi sağlıyor.

 Oyunun yazarı Martin Mcdonagh değişik ve sıradışı bir metin yazmış, zaten bu metniyle de 2004 yılında En İyi Yeni Oyun ödülüne layık görülmüş. Oyunun yönetmeni İlham Yazar ise bu güzel metni en iyi şekilde sahneye koymuş. Oyun bana ''Tarantino'' filmlerini ve Poe'nun öykülerini anımsattı. Tarantino ve Poe hayranı biri olarak oyunu gayet beğendim, özellikle de başkahramanın bir yazar olması ve yazdığı bazı öykülerini bir ''masalcı dede'' edasıyla anlatma kısmını. Oyunculuklar hakkında yorum yapmak bana düşmez, zaten Ariel rolündeki Tolga Tekin ''Baykal Saran Ödülü''ne, Katurian rolündeki Murat Çidamlı da ''2.Sadrı Alışık Anadolu Tiyatro Ödülleri''nde En Başarılı Erkek Sanatçı ödülüne layık görülerek ne kadar iyi oyuncular olduklarını tescillemişler. Oyunun hikayesi kısmına pek girmek istemiyorum, eğer merak edenler varsa bu güzel oyunu, çok beklentiye girmeden, gidip yerinde izlemelerini tavsiye ederim. Bence eğer Ankara'daysanız, 13 yaşından büyükseniz ve 2 saat 15 dakika boş zamanınız varsa ''Yastık Adam''a gitmek iyi bir fikir olabilir.



 İyi seyirler efendim.

 Ve söylemeden geçemeyeceğim: Oyuna adını veren ''Yastık Adam''  öyküsünü,''Yeşil Küçük Domuzcuk'' ve Fareli Köyün Kavalcısı masalına gönderme yaptığını söylediği ve oradaki kavalcının aslında çocukların peşinde olduğunu iddia ettiği ''Nehrin Kıyısındaki Kasaba'' öyküsünü çok beğendim, oyuna gidemeyecekseniz bile oyunda geçen öyküleri okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

10 Şubat 2013 Pazar

Bitmesin

 Bu ara öyle güzel albümler çıktı ki hangisinden anlatmaya başlasam hiç bilemiyorum. Bu albümlerin arasında bir tanesi var ki daha piyasaya çıkmadı ama tüyo amaçlı youtube'a çıkış şarkısı yüklendi. Bu çıkış parçasından da anlaşıldığı üzere muhteşem bir albüm bizi bekliyor.

 Ankaralılar ''Ela''yı, Ankara'nın sevilen gruplarından olan ''Fresh!''in  vokali olarak tanıyor. Her cumartesi gecesi Passage'da güzel sesiyle sevenlerinin kulaklarının pasını silen Ela, bu albümüyle herkesi etkilemeye geliyor. Biz Ankaralılar Ela'yı tanıyoruz, şimdi sıra bütün Türkiye'de. Çıkmasını heyecanla beklediğim Ela'nın ''Bitmesin'' adlı ilk albümü, Dokuzsekiz Müzik Yapım'dan bu hafta çıkacak.

 Sizi söz ve müziği Ela'ya ve Özgün Aksüyek'e ait olan çıkış şarkısı ''İnkâra Meyilli'' ile baş başa bırakayım, iyi dinlemeler efendim.