8 Eylül 2012 Cumartesi

YAĞMUR


 Uyandığında ılık sonbahar gününün güzelliğini görebilecek hâlde değildi. Uzun zamandır bağlı olduğu bu oksijen tüpünün sesine bir türlü alışamamış, gece boyu sürekli sıçrayarak uyanmıştı. Bu uyumaya çalışma işkencesine daha fazla dayanamadı ve kalkıp cama doğru yürüdü. ‘’Sanki güneş son iki yıldır hiç parlamıyor.’’ diye mırıldandı belli belirsiz. Vücudundaki dayanılmaz acıyla savaşarak zorlukla salona yürüdü. Adam oradaydı. İki yıldır güneşle anlaşmalı olan, eskiden çok yakından tanıdığı ama son yıllarda yabancısı olduğu o adam. Onu fark etmemişti. Kendisi bile yaşadığını hissetmezken kızamazdı ki ona.

 Her zamanki gibi bir gün olacağı belliydi günün başlangıcından. Derin sessizlikler arasında, ölüme yaklaştığı bir gün daha. Her şey gitgide aynılaşıyordu. Aynı olaylar, aynı suskunluklar, aynı kırgınlıklar… Eskiden böyle miydi? Günler daha heyecanlı başlar, soluksuz sevişmelerle sona ererdi. Neden bu hâle gelmişti, neden bu hâle gelmişlerdi? Eskiden onu aşk dolu sözlerle uyandıran adam suratına bile bakmaz olmuştu. Onu suçlamalı mıydı? Bu düşünceleri aklından kovmaya çalışır gibi elini iki yana salladı. İki haftadır okumaya çalıştığı ama bir türlü başaramadığı kitabını aldı ve yatağına uzandı. Bu deneme de başarısızdı, kafasındaki sesler kitapta anlatılanlardan daha ağır basıyordu.

 Gözü komidinin üzerinde duran küçük aynaya ilişti. Aynayı eline aldı ve kendine baktı, hiç olmak istemediği kendine. Önceden de böyle buğulu mu bakıyordu gözleri? Yüzündeki bu renk daha ne kadar sararacaktı? Bu hortum daha ne kadar acıtacaktı ruhunu? Belki de adam haklıydı. Kim isterdi ki yavaş bir ölümü görmeyi? Bilse ki kadın ne kadar çok isterdi ilk öpüştükleri günkü yağmurda boğularak can vermeyi. 

 Yazım Edebiyat Haber sitesinde yayımlandı mesela:Yaşasın video öykü!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder