Bu şehir çok büyüktü, çok kalabalıktı ve çok yalnızdı. Her yer uzun uzun binalar, bir koşuşturma içinde gibi görünen suratsız insanlarla doluydu. Burası griydi, insanlar bile... Kafataslarının içine beton dökülmüş insanlar her gün aynı şeyleri, aynı ruhsuzlukla yapmaktan grileşmişlerdi. Halbuki o maviyi severdi. Gökyüzünün mavisi. Burada gökyüzü bile mavi değildi, kara bulutlar şehrin daha da gri görünmesinden başka hiçbir işe yaramıyordu. Binaların arasından görünen gri bir gökyüzü. Ama o maviyi çok severdi. Denizlerin mavisini, denizin o tuz kokan mavisini, ağır ağır sallanan sandalların mavisini, denize ağını atan balıkçıların nasırlı parmaklarının mavisini, martıların çığlıklarının mavisini... Burada denizden hiçbir eser yoktu. O sonra yeşili severdi. Çam ağaçlarının mis kokulu yeşilini, böceklerin kanat çırpışlarındaki yeşili, o cennetten kopma gölün üstünde süzülen nilüferlerin yeşilini severdi. Burada yeşil yoktu, gri vardı. O sarıyı da severdi. Sonbaharda yere dökülmüş yaprakların hışırtılarındaki sarıyı, annesinin ona ördüğü hırkanın üzerindeki tekirin sarısını, papatyaların rüzgarda dans edişlerindeki sarıyı severdi. O turuncuyu, moru, pembeyi severdi ama griyi sevemedi.
Eline bir fırça alıp boyamak istedi şehri, rengarenk boyamak. Binaları boyamak turuncuya, yeşile, sarıya, kırmızıya... Yolları, merdivenleri, alışveriş merkezlerini boyamak istedi gökkuşağının o umut dolu renklerine. İnsanların beton dökülmüş beyinlerini boyamak istedi. Gri dışındaki renklerin farkına varsınlar diye. Aldı eline fırçasını boyadı gri şehrin her karışını gökkuşağının o muhteşem renklerine.
Gökkuşağı umut demekti, umuda boyadı şehri. Güzel günlerin geleceği umuduyla...